Ne demiş MFÖ? Nasıl anlatsam, nereden başlasam?…
Uzun uzun hislerimi tabi ki dökeceğim ama satırlarıma filmi sadece bir cümle ile özetleyerek başlamak istiyorum. “Kamyon çarpmış hissi”
Kısaca konudan konuşalım. The Platform bir İspanyol filmi. "Platform" dediğimiz şey ise ortası dikdörtgen boşluk olan dikine bir hapishane veya bir deney merkezi. Bunu bilemiyoruz. Ortam hapishane gibi algılanıyor fakat gönüllü de girebiliyoruz. Bu da bir deney merkezi havası uyandırıyor.
Bu ne olduğunu anlamadığımız dikine hücre sisteminde her gün aynı saatte en üst kattan en aşağı kata yemek iniyor ve yemeğin bulunduğu platform her katta yalnızca 2 dakika kalmakta.
Her ay başı rastgele / farklı bir katta uyanıyorsun ve orada 30 gün geçirmen gerekiyor. Her hücrede ise iki kişi kalmakta. İlk katlardaysan cennet, alt katlardaysan tam bir cehennem. Herkes yanına bir adet eşya alabiliyor. Katana, kılıç, beyzbol sopası, silah, mızrak.. Böyle bir ortamda alınması gayet mantıklı eşyalar. Ve son kuralımız ise platformdan cebe yemek indiremezsin, saklayamazsın, stok yapamazsın. Böyle bir durumda aldığın yiyeceği delikten aşağı atana kadar içerisi ya kavurucu sıcak, ya da dondurucu soğuk oluyor. Kurallarımız bunlar.
Gelelim kahramanımız Goreng’e. Kendisi buraya gönüllü girecek kadar ruh hastası olmanın dışında, yanında götüreceği eşyayı “Don Kişot” kitabı seçecek kadar da nevi şahsına münhasır bir karakter. Bu arada fiziksel görüntüsünün de Donkişot’a benzemezi tatlı bir detay.
Don Kişot'umuz orta katlarda bir tontik hücre arkadaşı ile uyanır ve filmimiz başlar. Hiçbir şey bilmeyişi, onun öğrenme süreci, karakterin içine girişimiz, hücre arkadaşı ile “dalgalı” seyreden ilişkisi filmin içine iyice çekiyor bizi. Goreng’in ilk 30 gününün sonuna yaklaştığımızda mevzular kopmaya başlıyor, filmin içinde akıntıya kapılmış bir kütük parçası gibi sürükleniyoruz. Tadından yenmiyor. Buraları fazla kurcalamayayım tabi.
Gelelim tüm izleyenleri ikiye bölen kısma.
Biz ne izledik?
Bu bir din tasviri miydi, mistik bir şeyler mi izledik? Yoksa gündelik hayatımıza, kapitalizme, insanların ezme ve ezilmesine, tepede olanın ezilenin halinden asla anlamamasına mı bir göndermeydi?
Din tasviri kısmında görüşler şurada birleşiyor;
Hastalık derecesinde titiz olan şefimiz Tanrı. Hizmet edenler ise melekler. Sıfırıncı kat (tövbe haşa) Allah katı.
Bu teoride Tanrı’nın aslında herkese (her kata) yetecek kadar güzel ve yeterli yemek indirdiğini ama biz insanoğlunun dağılımı yapamadığımızı, herkes bir tabak alsa aç kişi kalmayacakken kimsenin altında kalanları düşünmediği görüşü öne çıkıyor. Zaten kanser olan kadın arkadaşımızın da uzun süre yapmaya çalıştığı bu. Israrla tabak hazırlamaya çalışması. Tekerlekli sandalyedeki abimiz ise bir nevi Peygamber ve önemli olanın “mesaj” olduğunu söylüyor.
Diğer teori ise kapitalizm üzerinden. Üstekinin alttakini asla düşünmediği, kötü günlerden geçerek refaha ulaşsa bile o günleri çok çabuk unutabileceği olarak yorumlanmış. Ben de dinsel temadan daha çok buna yakınım.
Günümüzde de öyle değil mi? Senden benden daha iyi topa vurabildiği için bir insanın asla kazanmaması gereken paralar kazanan futbolcular varken, Afrika’da bir çocuk bir bardak su bulamıyor, yemek bulamıyor. Annesi kendi kusmuğu ile besliyor. Ve garip bir istatistik var ki bu ultra zengin topçuların çoğu fakirlikten gelme. Filmimizde de bir önceki ay 170. Katta olan biri sonraki ay 6.katta uyanıp zenginliğin tadına düşüp, bir önceki ay çektiği tüm acıyı unutuyor. Ve alttakiler umrunda olmuyor.
Finalini konuşup zevkinizi bölmek istemem. Finali hem ucu çok açık, hem de o an izleyenin düşünce yapısına çok şey bırakan bir final. Kendi düşüncem ile sizi yönlendirip, filmin tadını bozmayayım.
Özetle benim filme puanım 7,5/10.
Ayrıca bunu seven bunu da sevdi: Cube
Comments